Bilim ve Teknoloji Adası

[27/09/2022] Güncel not: Bu yazıyı bir hatıra olarak paylaşıyorum. Bazı noktalarda geçerliliğini yitirse de anlamlı olmaya devam ettiğini düşünüyorum. Umarım bir gün bu araştırmayı güncelleme fırsatı bulurum.

“Şimdi bu kadar derdimizin arasında bu konudan bahsetmeye ne gerek var?” veya “Neyimiz düzgün ki bu da olsun?” diyebilirsiniz, çok normal. Ben yine de yazacağım; çünkü ülkemizde eğitim, ekonominin lokomotif sektörlerinden biri olarak görülüyor. Görülmesin istiyorum. Görülmesin ki bilim ve eğitimde ilerleyebilelim.

Üniversiteler, liseler veya diğer eğitim kurumları gibi değildir. Onlardan beklenen, vatana millete hayırlı evlat yetiştirmeleri değil, bilgi ve teknoloji üretmeleri ve bunu yeni nesillere aktarmalarıdır. Üniversiteler bilinmeyeni araştırır, yapılmayanı yapmaya çalışır, medeniyetin ilerlemesine yardımcı olurlar. Para kazandıran kurumlar değildirler. Hatta kabaca şöyle de denebilir: Parayı çuvalla yutar, ancak gözle görülür, elle tutulur bir şey üretmezler.

Geçmişten bir örnek verelim. James Maxwell adındaki İskoç fizikçi, 1873 yılında yayımladığı bir makalede, öyle senin benim gibi insanların kolay kolay anlayamayacağı bir dizi denklemle elektriğin, manyetizmanın ve ışığın birbirine dönüşebildiğini göstermiştir. Amacı ise konuya duyduğu merağı gidermekten başka bir şey değildir. Ancak 22 yıl sonra, Guglielmo Marconi adındaki İtalyan iş adamı, bu prensibi kullanarak radyoyu icat etmiş ve zengin olmuştur. Maxwell’in denklemleri bilim dünyasında büyük yankı uyandırmış, Einstein’a ilham olmuş, ancak ev ile iş arasında mekik dokuyan ve konuya ilgisi olmayan birçok insana kendilerini radyonun varlığı ile duyurmuşlardır. Üniversiteleri buğday yetiştiren tarlalar olarak da düşünebiliriz. Her bir buğday taneciği ne kadar küçük ve değersiz görünse de, biri onları toplayıp, öğütüp, pişirip bize ekmek olarak verdiğinde ne kadar doyurucu olabiliyorlar, değil mi?

Dünyada bu böyleyken biz üniversitelere yeni görevler yükledik. Onlar bizim dünyaya açılan kapılarımız. Sayelerinde genç beyinleri adada misafir edip ülkemizi tanıtıyor, aynı zamanda ekonomimizi düzeltmeye çalışıyoruz. Ayrıca biliyoruz ki ürettiğimiz bilgi ve teknoloji evrenseldir; izolasyonlara, bürokratik engellere takılmadan dünyaca kabul görebilir, yadsınamaz.

Kıbrıs’ın sadece kuzeyinde 10 üniversite var. Bunların 6’sı Kıbrıs üniversitesi,

  • Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) – Gazimağusa,
  • Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) – Lefkoşa,
  • Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (UKÜ) – Lefkoşa,
  • Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) – Girne,
  • Lefke Avrupa Üniversitesi (LAÜ) – Lefke,
  • Akdeniz Karpaz Üniversitesi (AKÜN)[1],

3’ü Türkiye üniversitelerinin kampüsleri,

  • Ortadoğu Teknik Üniversitesi Kuzey Kıbrıs Kampüsü (ODTÜ KKK) – Güzelyurt,
  • İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ-KKTC)1,
  • Çukurova Üniversitesi Kıbrıs Kampüsü (ÇÜ-KK)1,

1 tanesi ise açık öğretim fakültesi,

  • Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi.

[1] Ana kampüs yapım aşamasında


Bir bu kadar da adanın güneyinde var, ama onları teker teker yazmıyorum. Bunun yerine, uluslararası yayını olan bütün üniversiteleri, Yunanistan ve Türkiye’nin en iyi üniversiteleri ile karşılaştıralım. Bunu yaparken de bilimsel yayınların çokluğuna ve bu yayınlara yapılan atıflara bakalım. Atıf derken şunu demek istiyorum: Örneğin başka bir köşe yazarı benim bu yazımı okur da referans göstererek, “çok güzel söylemiş aferin” veya “saçma sapan konuşuyor, aslında doğrusu böyle” temalı bir yazı yazarsa bu fikirlerimin iyi ya da kötü kaale alındığını gösterir. Bu da benim yazıma bir atıf kazandırır. Yaptığmız yayın miktarını ve aldığmız atıfları karşılaştırmak için iki üniversite seçtim:

  • Girit Üniversitesi: Times Higher Education (THE) dergisinin “Dünyanın En İyi Üniversiteleri[1]”  liste- sindeki tek Yunan üniversitesi; ilk 350 içerisinde. 2000 yılından beri en az 105’er kez atıf yapılan 105 farklı yayını bulunuyor. Yani bu üniversitede ses getiren çok sayıda çalışma yapılmış.
  • Orta Doğu Teknik Üniversitesi: THE listesindeki 5 Türk üniversitesinin en iyisi; ilk 225 içerisinde. Yeni binyılda en az 75’er kez atıf alan 75 yayını bulunuyor.

105 ve 75 sayıları bu kurumların H indisleridir. Bu değer, aynı zamanda hem üretkenliği hem de üretilen bilginin önemini ölçer. THE dergisi üniversiteleri değerlendirirken eğitim, araştırma, prestij, çok ulusluluk ve endüstriyel verimliliği göz önünde bulundurmuş. Biz burada sadece yayın ve atıflara, yani H indisine bakalım.

Haritadan da anlaşılacağı gibi, Kıbrıs’ın en iyi üniversitesi, 61’lik H indisi ile (ODTÜ’den sadece 6 puan geride) uluslararası alanda rekabet edecek güce sahip Kıbrıs Üniversitesi’dir. Bu konuda birinciliği Güney’e kaptırdık. Doğu Akdeniz Üniversitesi, Kuzey’in en iyi üniversitesi, 2000-2012 arasındaki 13 yıllık zaman zarfında ancak bunun yarısı değerinde bilgi üretmiş. Yakın Doğu Üniversitesi ise bu listenin üçüncü sırasında yer alıyor. Ölçeğin diğer ucunda ise üzücü sayılar var. Mesela Girne Amerikan Üniversitesi ile benim şu an itibarı ile H indislerimiz aynı. Ayrıca, bu araştırmayı yaparken kullandığım Scopus[2] veri tabanında Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’ne ait bir yayına rastlamadım.

[1] http://www.timeshighereducation.co.uk/world-university-rankings

[2] http://www.scopus.com


Bu sonuç, araştırma-geliştirme çalışmalarına ayrılan bütçeye bakıldığında pek de süpriz değil. Bugüne kadar adanın güneyinde hükümet, bilimsel araştırma projelerine 25 milyon avroluk katkıda bulunmuş[1] (Avrupa Birliği fonları, özel sektör ve dış kaynaklar haricinde). 1996 yılında Araştırma Destek Fonu’nun[2] kurulmasından itibaren senelik yaklaşık olarak 1.5 milyon avroluk araştırma bütçesi ayrıldığı anlamına geliyor bu. Bizde böyle bir fon henüz yok, ancak genel eğitime ayrılan bütçe yaklaşık 200 milyon avro[3] (tüm bütçenin %14’ü).

Hükümet dışında Türkiye’den bilimsel araştırmalara ciddi bir katkı söz konusu. Güney’in yıllık araştırma bütçesinin 5’te 1’i kadarını (300.000 avro) TC yardım heyeti, TÜBİTAK: 1001 – Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Projelerini Destekleme Programı[4] adı altında adaya aktarıyor. Ancak Avrupa Birliği’nin Çerçeve Programları (FP, Marie Curie), Avrupa Araştırma Komisyonu (ERC) veya Avrupa Moleküler Biyoloji Organizasyonu’nun (EMBO) sağladığı fonlardan yararlanmak mümkün değil. Bu fonlar, alınsalar bile, memleket sınırları içerisinde, hatta Türkiye üniversitelerinin buradaki kampüslerinde bile kullanılamıyorlar. Burada AB’nin adanın kuzeyi ile ilgili politikalarnı sorgulamak ve konunun üzerine gitmek gerekiyor.

Türkiye ve AB dışında Birleşmiş Milletler’in proje desteklerinden faydalanmak mümkün. UNOPS ve UNDP’den belirli kıstaslar dahilinde destek almak mümkün. Ayrıca üniversitelerin yurtiçi ve Türkiye’deki endüstri ve sanayi kuruluşlarından teşvik almaları mümkün. Örneğin, memlekette bu kadar üniversite varken altyapı projeleri neden Türkiye’ye yaptırılıyor; gelen projeler olduğu gibi uygulanıyor? Ya da neden hiçbir üniversite Kalecik santraline bir filtre tasarlamıyor veya bu kendilerinden talep edilmiyor? Memlekette bu kadar bilim adamı varken neden bu kadar bilimsellikten uzak idare ediliyoruz?

Bu bütçe ve kısıtlı olanaklar ile iyi bile yapıyoruz diye düşünebilirsiniz. Düşünmeyin, çünkü niyet önemli. Bizim talebimiz bilim yapmak mı, yoksa adaya gelen öğrencilerden fayda sağlamak mı, buna bakmak lazım. Niyetimiz o kadar açık ki aslında, üniversitelerin başarısını kayıtlı öğrenci sayıları ile ölçmekten rahatsızlık duymuyoruz. Her sene üniversite sınavları döneminde kontenjan kavgaları yapılır. Biz boş sıraları doldurmaya çalışırken birçok öğrencinin hayali iyi bir üniversite kazanmaktır. Hatta bunun için kıran kırana bir yarış içerisine girilir; okul, dersane ve özel dersten, okunmuş pirinçlerden tutun da daha neler neler. Neden en iyi öğrenciler DAÜ için, Yakın Doğu için yarışmasın?

Birçok üniversitemiz, öğrenciyi tek gelir kaynağı olarak gördüğü için, bilgi üretmeye değil öğrenci memnuniyetine odaklanıyor. Hayatı ders ve sınavlardan ibaret sanan öğrenciler de sorun çözmede değil soru çözmede uzmanlaşıyor. Başvuran hemen herkesi kabul eden, 10 senede de olsa her öğrenciyi mezun eden, bilgi üretmeyip kitaptan okunanı sınıfta tekrarlayan bir üniversiteye öğrenciler, ebeveyinler, işverenler ne gözle bakar hiç düşündünüz mü? Müteahhit olsanız bu kadar prestij kaybetmiş bir okuldan mezun olan bir mimara, mühendise “gel şu projeyi de sen yap” der misiniz? Çok iyi bir doktor bile olsa, bir cerrahın ameliyat masasına tereddütsüz yatar mısınız? Harcanan onca emeğe, geçen yıllara yazık değil mi? Sorunun bir de akademisyen boyutu var. Üniversiteler araştırma-geliştirme çalışmalarına doğru düzgün bütçe ayırmazken, giderleri daha da azaltmak için akademisyen kadrosunu küçük tutuyor. Ancak bu sefer de personel yetersizliğinden dolayı bu kişilerden kapasitelerinin çok üzerinde çalışmaları, verebilecekleri (bazen de veremeyecekleri) tüm dersleri vermeleri isteniyor. Haftada 30 saate kadar çıkan ders yükünün altında ezilen biçare bilim insanı, bir noktadan sonra var oluşunun nedenini, amaçlarını unutarak kendini ders hazırlamaya ve ders anlatmaya adıyor. Hatta üniversite tarafından kendisine yayın yapma zorunluluğu getirilmesine isyan ediyor ve başını kaşıyacak zaman talep ediyor.

[1] http://www.cipa.org.cy/cyprus-investment-sectors/research-and-technology-sector

[2] http://www.research.org.cy

[3] http://www.kktcbutce.net

[4] http://www.tubitak.gov.tr/tr/destekler/akademik/ulusal-destek-programlari/icerik-1001-bilimsel-ve-teknolojik-arastirma-projelerini-destekleme-pr


Üretkenliği baltalayan bir diğer sorun ise işbirliği eksikliği. İnsanlarımız birbiri ile bilgi paylaşmaktan, ortak çalışma yapmaktan korkuyor sanki. Zaten ortak çalışmalar teşvik de edilmiyor. Bakın bir örnek vereyim. Kıbrıs’ta, yardımcı doçentlik ve daha üst düzeyde akademik terfi alabilmek için Türkiye’de aranan koşullar aranmıyor. Her üniversitenin, misyonu ve vizyonu sonucunda belirlediği bir dizi kuralı var atamalar için. DAÜ’nün bu konudaki yönetmeliği diğerleri ile az çok benzeşiyor, o yüzden buyrun bakalım[1]. Kendimi örnek vereyim; doktora sırasında, çok kişinin okumadığı, teorik konularda yayın yapan bir dergide bir yayınım çıktı. Tez hocamla birlikte yazdığmız bu yazı, DAÜ’nün atama kriterlerine göre 7.5 puan değerinde; sadece iki yazarlı çünkü. Şimdi Dr Philippos Patsalis’e bakalım. Geçtiğimiz sene, bilimsel gelişmeleri hobi olsun diye takip edenlerin bile bildiği Nature dergisinde çok önemli sonuçları olabilecek bir makale yazdı. Bu yazı, Down sendromunun, en gelişmiş tekniklerden çok daha erken, anne kanından tanısına olanak veren bir testi anlatıyor. Öyle ki bu test, daha önce görülmemiş kesinlikte sonuçlar veriyor. Dr Patsalis bunun için Avrupa Birliği’nden 2.5 milyon avroluk bir fon aldı ve şu sıralarda bu testi geliştirip topluma sunmak için Güney’de bir enstitü kuruyor. Yaptığı yayın 6 yazarlı, yani DAÜ’ye göre 3 puan değerinde! Bir başka deyişle, bulduğu bu teknikle dünyanın sayılı zenginlerinden biri olma yolunda ilerleyen, bundan sonra kimsenin, ailesi istemediği sürece hiçkimsenin, Down sendromu ile doğmayacağını neredeyse garanti edebilen bu adamın benden 3 kat daha fazla çalışması gerekiyor DAÜ’de yardımcı doçent olabilmesi için.

Anlatabildim mi ülkemizde bilim yapmanın ne kadar zor olduğnu? Bu konuda söylenecek, yapılacak daha çok şey var tabi ki. Hepsine bu yazıda değinmek imkansız. Zaten bunu benim yapmam da imkansız. Ancak istedim ki ne durumda olduğmuzu görelim, bu şekilde nereye gideceğmizi, nereye gitmek istediğmizi düşünelim. Yani üniversiteleri ekonominin temeline oturtmaya çalışanlar, bu konuda strateji belirleyenler düşünsün.

[1] http://mevzuat.emu.edu.tr/6-3-1-K%C4%B1staslar-Akademik-Degerlendirme.htm